17
May

İzahı olmayan şeyin mizahı olur!

   Yazan: Yunus Emre Tozal   Kategori deneme

Gazeteci Yazar Erkam Tufan Aytav’ın “Türkiye’de Öteki Olmak” isimli kitabı, Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Alevi, Kürt, Roman ve Başörtülü temsilcilerinin katıldığı panelde Ömer Laçiner’in moderatörlüğünde ele alındı. 8 farklı gruptan aydının, yaşadığı sorunları anlattığı panelde katılımcılar, ‘Türkiye’de ötekilikle mücadelenin hiç de kolay olmadığı’na vurgu yaptı. Her temsilcinin temsil ettiği kitlenin ötekileştirilmelerini, dert ve sıkıntılarını, tabiri caizse maruz kıldığı haksızlıkları anlattığı panel, ilginç ama mizah gücü yüksek açıklamalara konu oldu. Neden mi, çünkü ‘ötekinin’ diğer bir ‘ötekiye’ bakışında bile problemin olduğu bir toplumda yaşanacak olaylar elbette izah edilemez, dolayısıyla izahı olmayan konuların ancak mizahı olur.

Çemberlitaş’taki Fırat Kültür Merkezi’nde (FKM) gerçekleştirilen panele, Yahudileri temsilen Mario Levi (Yazar), Rumları temsilen Yorgo Stefanopulos (Işık Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı), başörtülüleri temsilen Hilal Kaplan (Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı), Ermenileri temsilen Arus Yumul (Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. Öğr. Üyesi), Süryanileri temsilen Zeki Basatemir (Süryani Katolik Cemaati Mütevelli Heyeti Başkanı), Kürtleri temsilen Altan Tan (Gazeteci-Aktivist), Alevileri temsilen Reha Çamuroğlu (Tarihçi – Yazar) ve Romanları temsilen Aydın Elbasan (İstanbul Roman Derneği Başkanı) katıldı. Türkiye Musevi Hahambaşılık Genel Sekreteri Yusuf Altıntaş, Türkiye Süryani Katolik Patrik Vekili Korepiskopos Yusuf Sağ ve Alevi Dernekleri Federasyonu Başkanı Metin Tarhan’ın da katıldığı panelde, şu sorunun cevabı arandı: “Öteki olmayan kim?” Bu sorunun cevabının aranması, ötekileştirilmeye karşın atılan en önemli adımlardandır. Herkesin birbirine “öteki” muamelesi yaptığı bir ülkede, öteki olmayana bile çeşitli kupların takılması, ötekileştirmeyi gün geçtikçe daha da şiddetli hale dönüştürüyor.

Bizler, çok acılı süreçlerden geçtik. Birbirimizi birbirimize kırdırdık, savaştırdık, düşman ettik. Birbirimize tahammül edemedik, dışladık. Kimimiz dine yüklendi, kimimiz ideolojiye, kimimiz kültüre ve adetlere, kimimiz de her şeyi satın alınabileceğine inanan kapitalizme… Çünkü yüklendiğimiz şeyler, bize “mutlu bir hayat” hayali veriyordu. Neye inandırıldıysak, orada bir “mutlu hayat” profili vardı. Müslümanlar olarak dini yanlış anladığımızda, Kuran’ın buyruklarından, Kuran’ın tanımlamalarından uzaklaştık. Ve o andan sonra üzdüğümüz, kırdığımız, haksızlıklara maruz bıraktığımız insanlara da dini açıdan örnek olamamakla kalmadık, o insanları hiçe saydık. Çünkü “O bizden değil” diyerek bir insanı dışlamak, onu geriye itmek, onunla ilgilenmemek, ona saygısızlığın ve onu hiçe saymanın en âlâ boyutudur. Bu yüzden Hilal Kaplan’ın “Kuran’ı Kerim ötekiliği “zalimlik ve mazlumluk” üzerinden kurar” tespiti müthiş açılımlara kapı aralıyor. Düşünsenize bir, bu ülkede cemaatler (özellikle cemaatler diyorum çünkü toplumun büyük kısmını cemaatler temsil ediyor) “O bizden değil” diyerek ötekileştirmeseler, birbirleriyle “maddi yarış” içinde olmaktan çok birbirleriyle “manevi yarış” içinde olsalar, birbirlerini ötekileştirmezler birbirlerine daha çok sarılırlar; birbirleriyle birleşmeleri gereken mühim konularda birleşirler. Böyle olmadığında bu sefer Hilal Kaplan’ın “sistem ve toplum ötekileştirmeyi varediyor” tespitinin toplum hayatında tezahürleriyle karşı karşıya kalıyor ve ağlayalım mı gülelim mi ne yapacağımızı, karşımızdakine nasıl davranacağımızı bilmez bir hale dönüyoruz.

Herkes çocukluğunda bir ötekileştirilmeyle karşı karşıya kalıyor ve bu ötekileştirmeden müthiş etkileniyor. İnsan daha o yaşında adeta dışlanıyor, kendisini sorguya çekiyor. Ben kimim biz kimiz, onlar kim, neden buradayım, onlar neden burada gibi sorularla hayatta daha o yaşlarda muhatap olmak, aslında bu ülkenin gelecekteki aydın konumlarında bulunacak insanların hayata bakışı ve çevresindekileri de eğitme noktasında çok önemli. Çünkü küçük yaşlarda hayati sorularla muhatap olan, haksızlıkları daha o yaşlarda fark eden o çocuklar, yarın bu ülkenin çeşitli mecralarında söz sahibi olduklarında, kendi yaşadıkları haksızlıklara boyun eğmeyecekler ve ötekileştirilmeye karşı birlik ve beraberlik içinde bulunacaklar. Hayatımızda gerçekleşen tüm ötekileştirilmelere dönüp baktığımızda mizahi açıdan gülmemizi işte bu yüzden sevinçli buluyorum. Umutluyum, çünkü acı acı gülüyoruz yaşadıklarımıza… Ancak acı acı gülünebilecek olaylar yaşadık toplum olarak. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup ta ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmek, öteki olarak anılmak, aslen Hıristiyan olduğu halde sırf isminin Yusuf olması hasebiyle Müslüman muamelesi görmek de işte bu yüzden tebessüm ettiriyor bize. Sırf kılık kıyafeti açık olmadığı için okula alınmayan bir öğrenciyle kılık kıyafeti açık olan bir insanı halen mantıkî olarak karşılaştıramıyoruz, karşılaştıramayacağız da, ama her zaman acı bir tebessümle anacağız…

Büyültmek için tıklayınız...

Toplum olarak insanlara ötekileştirmeden bakabilmekten uzak duramıyoruz. “Bu biraz da modern dünyanın sorunu aslında” diyenler de suçu kapitalizme ve modernliğe atarak ötekileştirmekten ötürü işledikleri suçlarından kurtulduklarını sanıyor. Evet suç işliyorlar, çünkü insanı insana düşman kılmak, işlenebilecek en büyük suçtur. Maddi refah içinde olan insanların maddi refahlık içinde bulunmayanları aşağılaması, başörtülü birinin açık bayana bakış tarzı, aynı şekilde açık bir bayanın başörtülü bir bayana bakış tarzı düzelmedikçe -ki bunun yolu eğitimdir- ötekileştirme devam edecektir. “Ermeni” kelimesini bir küfür gibi algılamak ve kullanmak, Ermenileri insan yerine koymamaktır, Hıristiyan ve Yahudilere “gâvur” demek, insanın kendisini cennetlik karşısındakini de cehennemlik kılmaz, ama gâvur diyen kişi en başta kendisine yazık etmiş olur. “Onun kökünde Çingenelik varmış” diyerek Çingeneliği ve Romenliği aşağılamakla hem o insanı ötekileştirmiş oluruz hem Çingeneliğe ve Romenliğe haksızlık etmiş oluruz.

Vel hâsılı, dert çok, anlatılıp tebessüm edilecek olay da çok,

Özellikle azınlıkların şu ülkede başlarına gelen olaylar, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Burada en önemli görev elbette devlete düşüyor. Devlet anayasadan önce zihinlerin değişimine yönelik adımlar atılmasını sağlamalı ve bu adımları sıklaştırması gerekiyor. Bu adımları da her fırsatta çevremizde dile getirmek, anlatmak, yazmak, konuşmak, kısacası mazlumun yanında olmaya çabalamak da bizlere düşüyor.

Yunus Emre Tozal

yemretozal@dunyayayenisoz.com